3 Ekim 2011 Pazartesi

The Conspirator


Yapımını ve yönetmenliğini, Robert Redford’un üstlendiği, senaryosunu James D. Solomon ve Gregory Bernstein’ın yazdığı ‘The Conspirator’ (Suikastçi) filmi 19 Ağustos’ta ülkemizde gösterime girdi.
 
Başrollerini James McAvoy ve Robin Wright Penn’in paylaştığı, yan rollerdeki oyuncuların da başrollerin gölgesinde kalmadığı, kurgu ve hikayesinden dolayı, sahnelerin genellikle mahkeme salonları ve hücreler gibi kasvetli mekanlarda geçmesine rağmen akıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen film, Chicago Uluslar arası Film Festivali’nde, Akademi Onur Ödülü’ne aday gösterildi. Her oyuncunun performanslarının göz doldurduğu filmde asıl dikkat çeken noktalardan birisi de, bugüne dek onlarca filmde rol alan 74 yaşındaki yönetmen Robert Redford’un, asıl mesleğinin yönetmenlik olmamasına ve ilerlemiş yaşına rağmen, tecrübeden midir yoksa içindeki yönetmenlik kabiliyetinden midir bilinmez, böylesine ağır bir filmi bu denli güzel yönetebilmesiydi.

Filmin ana konusu, 1865 yılında bir suikasta kurban giden Amerika’nın efsane başkanı Abraham Lincoln cinayeti ve sonrasında gerçekleşen, suçluların adalet (!) karşısında yargılanmasıdır. Ana konunun dışında film, insanı “İnsanlık nedir, insan kimdir ve kimler insandır?” sorularını sormaya yöneltiyor.

Filmde, Abraham Lincoln cinayetini işleyen suçlu John Wilkes Booth, Mary Surratt adındaki kadının oğluyla arkadaştır ve cinayetten önce yaklaşık üç ay Mary Surratt’ın pansiyonunda konaklamıştır. Bu süre zarfında ise birisi de Mary Surratt’ın oğlu olan arkadaşları ile beraber Lincoln cinayetini planlamış ve uygulamıştır. Cinayet planlarını yaptıkları toplantıları ise bayan Surratt’ın pansiyonundaki odalarda düzenlemişlerdir. Cinayetten hemen sonra Booth’un suç ortaklarından Mary Surratt’ın oğlu hariç hepsi yakalanmış, Booth ise bir ahırda ölü ele geçirilmiştir. Bununla yetinmeyen Kuzey Amerika hükümeti, Güney ile henüz savaştan çıkılmış olması ve cinayeti de bir güneylinin işlemiş olması nedeniyle intikam isteyen halka fazlasını vermek istemektedir. Nitekim bunu da, devletlerinin anayasasına aykırı olsa bile yapacaklarını, yakalanamayan John Surratt’ın annesi Mary Surratt’ı askeri mahkemede yargılayıp, lehine konuşacak her tanığı aleyhine ifade vermeleri için zorlayıp, idama çarptırarak göstermişlerdir. Fakat o sırada bir senatör tarafından Mary Surratt’ın savunmasını üstlenmeye zorlanan, dört senedir orduda yüzbaşı rütbesiyle başarıyla savaşan ve henüz hukuk bölümünden mezun olmuş Frederick Aiken sahneye çıkar. İlk başlarda müvekkilinin suçlu olduğuna inanmasına rağmen, senatör tarafından zorlandığı için davayı kabul eden Aiken, daha sonra dava ilerledikçe müvekkilinin suçsuz olma ihtimalinin olduğunu görür. Daha sonra ise kendisinin de diğerleri gibi daha önceden yargısız infaz yaptığı müvekkili Mary Surratt’ı savunmak için varını yoğunu ortaya koyar fakat attığı her adım askeri mahkeme ve anayasaya sözde sadakatle bağlı devlet yöneticileri tarafından geri çevrilmektedir.

Avukat Aiken’ın sahneye çıktığı andan itibaren film, izleyiciyi “insalık ve insan” üzerine düşünmeye sevk ediyor. İnsanlık, bir insanı daha fazla sayıda başka insanlar için, suçsuz olduğunu bilerek yada daha suçluluğunu ispatlayamadan darağacına mı götürmektir yoksa binlerce insan o insanın suçlu olduğuna inansa bile, onu hak ettiği şekilde yargılayıp, hak ettiği cezayı mı vermektir? İlkini yapan veya yapabilenlerin insandan başka her şey olabileceği açıkken, buna göz yumanlar kendilerine insan denmesini hak eder mi? Yoksa doğruluktan yana olan, yanlışlık varsa da ona göz yummayanlara insan denir de, bu dünyada insan olanlara mı yer yoktur? Her şeyden önce, çok eski bir tarihe sahip olmayan ve buna rağmen binlerce senelik geçmişe sahip olan milletlerin yanında kendi tarihlerine ‘medeniyet’ yaftasını yapıştırabilecek kadar yüzsüz olan bir milletten ‘insanlık’ beklemek bizim suçumuz mu?
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen sivil anayasa hakkında daha sağlıklı bir fikre sahip olmak için izlenilebilecek bir film olan “The Conspirator”, bu konuda bize geçmişte yaşanan bir olaydan ders çıkarmamızı sağlayabilir. Umarım, insanlık adına insanlık dışı davranışlarda bulunan ve kendilerine hâla yüzleri bile kızarmadan insan diyebilenlerden olmayız.