13 Mayıs 2012 Pazar

Uzak İhtİmal

Uzaklık nasıl bir kavramdır, ne hissettirir insana ya da ne anlama gelir? Sadece bir sözcük müdür mesafeleri betimleyen, yoksa bir gülle midir insanın kalbini ezen? Deniz her zaman dalgalı mıdır ya da o dalgalar her zaman hırçın mıdır, eritir mi çarptığı yeri her vuruşunda, yoksa yalnızlığını dalgalarla paylaşan insanın ruh haline göre mi şekil alır her bir dalganın hırçınlığı? Uzak ihtimaller midir insanın her zaman peşinden koştuğu, yoksa o ihtimaller çok yakınındadır da insan kendisi mi uzaklaşır bilmeden? 
 
Biliyorum, çok fazla soru sordum fakat bir filmin insana bundan çok daha fazla soru sorduracağı gelmezdi aklıma, tâ ki Uzak İhtimal’i izleyene kadar.
Yaklaşık iki senedir arşivimde bulunan, izlemeyi canı gönülden istediğim fakat her niyetlendiğimde tekrar vazgeçtiğim bu filmi izlerken, bugüne kadar izlemediğim için utanç duygusunun sarıp sarmaladığı bir pişmanlık duydum. Fakat yine filmi izlerken, demek ki “…henüz zamanı varmış” demekten de kendimi alamadım. Zamanı hiç gelmeseydi ya da zamanı geldiğinde ben fark etmeyip kaçırsaydım o zamanı, sonunda duyduğum pişmanlık, bu filmi izlememek için ürettiğim bahaneleri yapmadığımda duyacağımdan daha mı az olacaktı? Kesinlikle hayır.
Yapımı 2008 yılında tamamlanan, yönetmenliğini Mahmut Fazıl Coşkun’un üstlendiği, başrollerini Görkem Yeltan ve Nadir Sarıbacak’ın paylaştığı Uzak İhtimal filmi 2009 yılında vizyona girdi. Rotterdam Uluslar arası Film Festivali ve Sofya Uluslar arası Film Festivali’nde iki ödül alan film, bir müezzin ve rahibe adayının aşkını anlatıyor. İstanbul Tophane’de bir camiye müezzin olarak atanan Musa, Galata’daki evine yeni yerleşmiştir. Issız bir binada oturan Musa’nın komşusu Clara ise oradaki bir kilisede dünyaya gelmiş, kilisenin bir rahibesi tarafından büyütülmüş ve onu büyüten yatalak rahibeye bakarken aynı zamanda kilisede rahibelik yapmaktadır. Birbirleriyle bir vesileyle tanışan Musa ve Clara, birbirlerinden hoşlanmaktadırlar. Her ne kadar aynı duyguyu paylaşsalar da bir türlü birbirlerine açılamazlar ve Clara’nın baktığı rahibe öldüğünde, Clara’nın rahibe olmak için İtalya’ya gitme ihtimali ortaya çıkar. İşte her şey buraya kadar güzelken, birden işler daha da karmaşık bir hale gelir.
Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’u iki ödülle taçlandıran bu film, gerçekten verilen ödülleri hak ediyor. Sadece beş kişilik bir profesyonel oyuncu kadrosuyla film yapılabileceğini tüm izleyenlere gösteren yönetmen, figüran olarak kullandığı karakterleri de gerçek hayattaki kişilerden oluşturmasıyla filmin doğallığını en üst seviyeye taşıyabilmeyi başarmış. Caminin hocasından çaycısına kadar yan karakterlerin, gerçek hayatta hoca ve çaycı olan insanlar tarafından oynanması, filmi tatlandırmakla kalmıyor, “Bu işin aslında böyle gerçek karakterlerle yapılması daha da iyi mi olur?” sorusunu da akla getiriyor. Her sene film festivallerinde gösterime giren sanatsal filmlerden çıkan on kişiden dokuzunun serzenişi; filmin konuşma sahnelerinin eksikliği ve sahnelerin gerektiğinden uzun olması dolayısıyla akıcı olmamasıdır. Fakat bir buçuk saatlik, çoğu amatör oyunculardan oluşan bir kadroyla çekilen ve sanatsal film denilebilecek kadar az repliği olan bir filmin, bu kadar akıcı olması, bu filmin asıl başarısıdır bence. Film sanki sadece profesyonel bir yönetmen tarafından, insanların hayatının gizli kamerayla çekilmiş hâli gibi geliyor izleyene. Tabiî başrolü paylaşan Nadir Sarıbacak ve Görkem Yeltan’ın da performanslarını göz ardı etmek haksızlık olur.
Senaryoya gelecek olursak, gerçeklik çemberi dışına çıkmadan, bir insanın başına gelebilecek en uzak ihtimallerle örülmüş bir senaryo olmuş. Bir müezzinin bir rahibeye âşık olması, daha uzağı, o rahibenin de o müezzine âşık olması, daha da uzağı, birbirlerine söyleyememeleri, daha da uzağı, rahibenin yurt dışına taşınması. Belki de bir müezzinin hayatında başına gelebileceğini düşündüğü en son şeylerdir bunlar. Fakat biz de, ölümün başımıza en son gelecek ihtimal olduğunu düşünerek yaşamıyor muyuz? Hâlbuki kim bilir, belki de en uzak ihtimal olarak düşündüğümüz şey, en yakın ihtimaldir.
Hayatında kendi yaşadığı şehrin bile dışına çıkmamış bir insan için, Harvard’da okumak çok mu uzak bir ihtimaldir, ya da çok fakir bir insanın bir gece sonrasında çok zengin olabileceği? Yoksa tüm ihtimaller eşit uzaklıktadır da insan kendisi mi o ihtimallerden uzaklaşır ya da onlara yakınlaşır? İnsanın buradaki etkisi nedir, ne kadardır, nereye kadardır veya ne yapmalıdır? Tüm bu soruların cevapları herkesin kendi içinde yatıyor ve keşfedilmeyi bekliyorlar. Ama gelgelelim ki, bunu arayacak, ararken yılmayacak, bulduğunda uygulayabilecek kadar yürekli miyiz?
İzleyin ve karar verin…




                
   - BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   

Bab'Azİz

Ölüm; birçoğumuzun bu kelimeyi duyduğu anda ilk aklına gelen korkudur. Bazılarımızın ise daha sonra üzüntü, keder, kaybetmişlik, yalnızlık ve bunun gibi daha nice olumsuz duygularla büründüğünü görürüz. Üzerine düşünmekten bile çekindiğimiz, lafını ağzımıza almaya bile korktuğumuz, hele sonrasını ömrümüz boyunca sadece birkaç kere düşündüğümüz ve bunu düşündüğümüzü fark ettiğimiz anda kendimizi hemen o düşüncelerden alıp aklımızca daha güzel şeyleri düşünmeye yönelttiğimiz o bilinmezlik kavramıdır ölüm. Fakat burada düşünmeyi ihmal edecek kadar önemsiz gördüğümüz bir ayrıntıyı atlarız. “…Aydınlık bir dünya; yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü olan ve alevli bir güneşi olan bir dünya… Anne karnında karanlıktaki bebeğe, tüm bunlar söylenseydi ve ‘sen bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun’ denseydi, doğmamış çocuk bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi…”diyor Bab’ Aziz, bu sözün üzerine biraz düşünüldüğünde ne kadar da haklı olduğunu görüyoruz.
 
Bugüne kadar milyonlarca film çekildi, milyonlarca insan bu filmlerde oynadı. Fakat hiçbir filmde, bu konu ne ele alındı, ne de bu pencereden bakıldığı gibi bakıldı; Nacer Khemir’in penceresinden. Yapımı 2005 yılında sonlanan ve 2008 yılına kadar dünyanın çeşitli yerlerinde vizyona giren, tüm dünya çapında sade ve sadece 263,447 $ gibi bir hasılat geliri elde eden, belki masrafını bile karşılayamamış olan “Bab’ Aziz” filmi, bu konuyu öyle güzel ele almış, öyle güzel anlatmış ki, insana varlığının amacını hissettirip, dünyada bulunma sebebi üzerine tekrar düşündürüyor. Yapımcıları Ali Reza Shoja-nuri ve Cyriac Auriol’un filmden beklentisi maddi bir gelir midir, amacına ulaşması mıdır ya da her ikisi midir bilinmez fakat filmin kesinlikle amacına ulaştığını rahatlıkla söylemek mümkün. 
 
Bir derviş olan Bab’ Aziz ve torunu Ishtar’ın hikâyesini ele alan filmde konu, 30 yılda bir çölde hiç kimsenin bilmediği bir yerde yapılan ve dünyanın her yerindeki dervişlerin akın akın gittiği bir derviş toplantısı etrafında şekilleniyor. Bu toplantıya giden Bab’ Aziz ve torunu Ishtar’ın yolda karşılaştıkları, dedenin toruna öğütleri, aslında tüm insanlığa yapılan göndermelerdir. Nitekim koca bir çölün ortasında, yerini bilmediğin bir toplantıya gitmek gerçekten çok anlamsız geliyor izleyene ilk başta, ta ki Bab’ Aziz’in “İman sahibi asla kaybolmaz benim küçük meleğim.” nasihatini duyana kadar. Bu sözün üzerine de düşünmek, insanlığımızın gereğidir kanımca. İnanç sahibi olmanın manasını idrak edebilen herkes, mutlaka amacına ulaşacaktır.
 
Filme dönecek olursak; oyuncu kadrosu pek bilinmiyor. En azından ülkemizde tanınmıyor. Fakat öylesine başarılı bir performans sergilemiş ki oyuncular, izleyenlerin, oyuncuların oynadığı karakterlerinin ta kendisi olmamalarını düşünmeleri neredeyse imkânsız. Filmin başında bir prensin günlük hayatı gösterilirken, filmin sonunda ise; her ne olursa olsun yaşamını anlamlı kılan şey nedir, ne ile mutluluğa, huzura ulaşılabilir gibi kadim soruların cevabı veriliyor. 
 
Bu film, tüm izleyen insanları en azından kendi içinde de olsa bir hesaplaşmaya götürecektir ve bu durumda ‘uyanışa’ vesile olabilir.



                
   - BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   

Fetİh 1453

Vizyona girmeden önce yayınlanan fragmanlarıyla dilden dile dolaşarak, izlenmesi neredeyse milli bir mesele haline getirilen Fetih 1453 filminin, üzerine aldığı bu rolü ne kadar üstlenebildiği uzun süre tartışılacağa benziyor.
Aslında İstanbul’un Fethi, görünürde büyük bir savaş olsa da, arka yüzünde ki amaç farklıydı. Bu yüzden daha derinlemesine incelenmeyi hak eden İstanbul’un Fethi, özü idrak edildiğinde görülür ki sadece bir anahtardı. Osmanlı Devleti’nin tek amacı olan Nizam-ı Âlem’e açılan kapıların anahtarı… Ancak filmin yapımcısı Faruk Aksoy’un filmin türünü; “tarih, savaş, kahramanlık, aşk” olarak sınırlandırması nedeniyle, böyle bir derinliği gereksiz buldum. Bu inceleme, bir filme bağlı kalmadan başlanacak ve belki ciltleri dolduracak bir yazı ile yapılır, o da bizim değil tarihçilerimizin işidir. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim; herkesin sakin kafayla oturup, fethin asıl amacının ne olabileceği hakkında bir düşünmesi gerek. İstanbul’un fethi, sadece bir savaştan, bir çağı kapatıp başka bir çağ açmaktan mı ibaretti yoksa arkasında bu saydıklarımdan daha büyük amaçlar var mıydı?
Yapımcılığını daha önce Çılgın Dershane ve Recep İvedik serileri gibi gençlik ve komedi filmlerini yapan Faruk Aksoy’un üstlendiği filmin oyuncu kadrosu ise daha önceden, birçoğuna gözümüzün aşina olmadığı oyunculardan oluşuyor. Başrolde Fatih Sultan Mehmet’i canlandıran tiyatro kökenli oyuncu Devrim Evin, yan rollerde ise Ulubatlı Hasan karakterini canlandıran İbrahim Çelikkol ve Era karakterini canlandıran Dilek Serbest yer alıyor.
Eleştirilerimize başlamadan önce filmin, Türk sinemasını bir üst seviyeye taşıyan film olduğunu ve böyle bir filmin konusunun İstanbul’un fethini ele alması ile gerçekten gurur verici ve sevindirici bir şey olduğunu söylemeliyim
En başta oyuncu kadrosuyla başlayacak olursak, film vizyona girmeden önce birçok kişi, oyuncu kadrosunun popüler oyuncular arasından seçilmemiş olmasını bir olumsuzluk olarak gördü. Fakat Faruk Aksoy, burada gerçekten akıllık ederek, daha önceden hiçbir karakter üzerine yapışmamış oyuncularla çalışmayı tercih ederek, hem sinema dünyasına yeni yüzler kazandırdı, hem filmdeki karakterlerle oyuncular arasında tezatlık oluşmasını önledi. Fakat oyuncu seçimlerinde de dikkatinden kaçırdığı yerler yok değil. Bunlardan en çok göze çarpanı ise Akşemsettin rolünü oynayan kişinin, Nasreddin Hocavari bir karakter olması. Oyuncunun fazla tombul yüzü ve göbeği, Akşemsettin karakterinin Fetih olayındaki ciddiyeti ve önemiyle tezatlık oluşturmuş.
Başka bir konu ise, filmde her yerde aynı dilin konuşulması meselesi. Filmde her yerde aynı dilin konuşulması yönetmenin tercihi olarak algılanabilir, fakat konuşulan Türkçenin günümüz Türkçesi olması, filmin ruhuyla bir uyum gösteremedi ve yer yer seyirciyi de rahatsız etti. Filmi izlerken fetihe odaklanan seyircinin dikkatini dağıtan en büyük detaylardan birisi de konuşma sahnelerindeki Türkçe idi. Bir diğer detay ise, filmin genelinde – özellikle savaş sahnelerinde –  kullanılan müziğin, Hollywood yapımı film müzikleriyle benzer olmasıydı. Bazı yerlerde gereksiz olarak ses şiddetinin yükseltilmesi ise seyircinin kulaklarını tırmalayarak insanları rahatsız etti.
Filmin en çok ses getiren yönleri olan savaş sahneleri, kılıç düelloları ve görsel efektler konusuna değinecek olursak, burada şu gerçeği söylemeden edemeyeceğim; bu sahnelere o kadar emek verildi, para harcandı fakat savaş sahneleri ‘kargaşa’dan, kılıç düelloları ise ‘sonuç’tan ibaretti. Kamera açılarının ve ışığın azizliği olsa gerek, savaş sahnelerinde kimin hangi taraf olduğu bile zor ayırt edilirken, kılıç düellosu olan sahnelerde, kameraların odak noktaları ve zamanlamaları o kadar kötüydü ki, sanki amatör kamerayla çekilmiş iki kişinin düellosundan ibaretti. Kılıç ve yakın dövüş eğitimleri için 4 ay yabancı hocalardan ders alan, haftalarca ovalarda tek başlarına kılıç antrenmanları yapan oyuncuların, o kadar emekleri sanki boşa gitmiş gibiydi. Hâlbuki kılıç ve savaş sahneleri için bu işi daha önceden yapmış yönetmen veya ekiplerden yardım alınsaydı, düellolara daha etkileyici kılıç hareketleri eklenseydi, eminim filmi bir kat daha güzelleştirecekti.
Tüm izleyenleri bilmem ama beni en çok rahatsız eden konulardan bir tanesi ise, Hz. Muhammed’in (sav) evinde başlayan ve senaryonun temelinin manevi değer ve olaylarla oturtulduğu bu filmde, Ulubatlı Hasan ve Müslüman olan Era’nın gayrimeşru ilişkileri ve öpüşme sahneleriydi. Bu sahneler böyle bir filme yakışan sahneler olmamakla birlikte, bu sahnelerin azlığı ise biraz rahatlatıcı oldu. Sinemada bir olay, birçok şekilde ekrana yansıtılabilir ve bu, yönetmenlerin kendi karakterlerini yansıttığı yerlerdir.
Senaryoya gelecek olursak, bu film İstanbul’un Fethi’ni anlatan bir filmdi ve Ulubatlı Hasan ve Era’nın aşkı fetih olayının önüne geçmemeliydi. Fakat filmin sonunda, izleyicilerin aklında, fetihten çok aşk sahneleri ve bayrak dikme sahnesi kaldı. Yönetmen Faruk Aksoy’un filmden, sonundaki beklentisi bu muydu değil miydi bilinmez ama benim şahsi beklentim bu değildi. Ayrıca filmin başından beri senaryoya ince ince işlendiği belli olan top dökülme sahnelerinin gerektiğinden uzun olması sıkıcı, Fetih denince ilk akla gelen şeylerden birisi olan gemileri karadan yürütme sahnesinin bir anda ortaya çıkıvermesi, yaklaşık 3 dakika sürüp sonra gemilerin ortadan kaybolması, tarihte fethin başından beri dolaylı olsa da olay örgüsünün içinde olan Akşemsettin’in filmde çok geç gelmesi, senaryonun kısır kalmış yerleriydi. Ayrıca Baş vezir Çandarlı Halil Paşa karakterinin, diğer vezirler tarafından fazla aşağılanmış olması da biraz gerçek dışı olmuş. Osmanlı Devleti’nin o zamanki ciddiyetini düşünecek olursak, filmdeki bazı repliklerin, o zamanlarda söylenmesi imkânsız olan sözler olduğu açık bir gerçektir. Bu tür hataların, bu filmde çok olmaması ise, son zamanlarda dizi olarak ekrana gelen, tamamen yanlışlıklar ve hatalar örgüsünden ibaret olan ve Osmanlı Devleti’ni anlattıklarını zanneden kendini bilmez insanların yanında hâlâ onlar gibi olmayan insanlar da varmış dedirtiyor.
Sonuç olarak, Faruk Aksoy’a sinemamıza böyle daha önceden emsali olmayan bir film kazandırdığı için teşekkür ederken, yapılan tüm eleştirileri dikkate alarak bundan sonraki projelerinde daha da iyi şeyler ortaya koymasını umut ediyorum. Her şeye rağmen film bugüne kadar İstanbul’un Fethi’ni en iyi anlatan film. 






                
   - BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   

15 Ocak 2012 Pazar

Dedemİn İnsanları

Uzun zamandır vizyonda filmlerini göremediğimiz yönetmen ve senarist Çağan Irmak, kendi içimizdeki sıkıntılara ve paradokslara parmak basan, duygusal anlamda bir hayli yüklü, eleştirel anlamda ise yumuşak bir dille keskin eleştiriler yapan bir film olan ‘Dedemin İnsanları’ ile tekrar vizyondaki yerini aldı.
1923 tarihindeki mübadele zamanında yaşananları ele alan film, aslında ortada kalmışlıkların ve ortada kalanların hikâyelerinden ibaret. Bir tarafta Türk tohumu diye dışlanan Girit ve Yunanistan Türklerinin diğer tarafta gâvur yaftası ile karşılaşmalarının sonucu oluşan arada kalmışlık, o insanların aidiyet duygusunu temelden sarsıp, bir ırk veya kökene değil, yaşadıkları topraklara ait olduklarını düşünmelerine sebep olmuştur.
İnsanların nereye ait olduklarına başkalarının karar vermesi kadar totaliter bir anlayış var mıdır şu dünyada? Özellikle demokrasiden dem vuranların bunları yapmış olması ise hepten manidardır. Dünyadaki tüm çatışmaların bir nesneye siyah veya beyaz demekten dolayı çıktığını varsayarsak, filmde anlatılan hikâye, o nesneye siyah diyen iki ayrı grubun çatışmasından ibaret. Peki bir insanın kendisiyle her konuda aynı fikirde olan başka bir insanla çatışması mantık çerçevesine sığar mı? Eğer sığmıyorsa bu çatışmanın arkasında başka bir şey aramak gerekmez mi, o nesneye beyaz diyen insanlar gibi? Daha dün yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen insanların, başka bir insanın bir lafından dolayı birbirine düşman olmaları akıl kârı mıdır? Vatanından ayrı yaşayan bir insanın vatanım diyerek hasretini çektiği topraklara gittiğinde, orada karşılaştığı insanların onları reddetmesi ne acı bir şeydir, insanı ne kadar derin bir ızdıraba sürükler? Mübadele öncesi Yunanistan ve adalarda yaşayan ve mübadele ile ülkemize göç etmiş olan 500.000 vatandaşımız, geldiklerinde Müslüman olmalarına rağmen yedikleri gâvur damgası ile yıllarca mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Evlerinden ayrılmanın, tüm düzenlerini bozmanın verdiği sıkıntıların üzerine bir de bunun eklenmesi, o insanların hayatlarını iki kat daha zorlaştırmıştır.
Nüfus Mübadelesi’nin sebep olduğu yıkımları yaşamış bir ailenin, 12 Eylül İhtilâli Türkiye’sinin hemen öncesi ve sonrasındaki yaşantısını ele alarak işleyen yönetmen Çağan Irmak, o zamanın şartlarını ve yaşantısını da ekrana çok başarılı bir biçimde yansıtmayı başarmış. O zamanlardaki insanların yaşantısını, değer yargılarını gözler önüne seren filmde, geleneksel Türk ailesinin yaşantısını ve yetişme tarzını da gayet güzel bir biçimde seyirciye aktarmayı başarmış.
Filmde ana konu olarak, İzmir’de yaşayan Girit göçmeni Mehmet Bey’in 7 yaşındayken yaşadığı mübadele olayı sebebiyle ayrıldığı, hayal meyal hatırladığı evine, toprağına duyduğu hasretin ele alındığını görüyoruz. İzmir’de sevilen bir esnaf olan ve herkesin örnek aldığı Mehmet Bey, torunun okula başlamasından sonra göçmen olmaları hasebiyle kendileri hakkında yapılan dedikodularla yüzleşir. Buna en büyük etken ise orada yaşayan -ailelerinden gördükleri haricinde bir şey yapabilme kabiliyetleri olmayan- çocukların, Türk–Göçmen çatışmasıdır. Çocuklar tarafından Türk mahallelerinden göçmen mahallelerine düzenlenen sözde saldırılarla göçmen insanların evlerinin camlarını kırmak, çocuklarını taşlamak ile eğlenen çocukların aslında oyun zannettikleri şeyin, karşılarındaki insanları ne kadar kırdığı, ne kadar yıprattığı hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Tüm bu yaptıklarının, kalpte bir yara olan vatan hasretinin üstüne tuz basmak olduğunu bilmemeleri ise kendilerinin değil, onları yetiştirenlerin suçudur. O çocuklardan birisi olan ve her gün denize gidip, içerisine mektup koyduğu bir şişeyi denize bırakan Mehmet Bey’in torunu Ozan, dedesinin bu yaptığı şeyi vatan hainliği zannederken, üstüne çarşı esnafından birkaç kendini bilmezin, dedesi hakkında yaptıkları dedikoduları duyması, Ozan’ı ailesinden soğutmaya başlar. Özellikle hayatındaki en büyük rol model olan dedesinin, çevresinden kötü birisi olduğunu duyması ise Ozan’ı ikilemlere ve dedesinin de yaşadığı ortada kalmışlıklara iter. Fakat sonunda dedesinin o şişeleri, kendilerine konan vize yasağı dolayısıyla Girit’e gidememeleri sebebiyle, Girit’teki eski evinde şuan yaşayan insanlara gönderdiğini öğrenmesi, Ozan’ın küskünlüklerine bir son vermesini sağlar.
Oyuncu kadrosuyla da göz dolduran filmde başrolü, oyunculuğunu kanıtlamış ve fazlasıyla hakkını vermiş olan Çetin Tekindor oynuyor. Bunun yanı sıra Hümeyra’lı, Yiğit Özşener’li, Ezgi Mola’lı oyuncu kadrosu ise gerçekten filmin hakkını verecek bir performans sergilemişler. Özellikle Mehmet Bey’in torunu Ozan’ın küçüklüğünü oynayan Durukan Çelikkaya’nın performansı gerçekten takdire şayan.
Son zamanlarda 1915 Ermeni tehciri ile gündeme gelen tarihsel olaylarımızı, bugün başka milletler üstlerine vazife olmamasına karşın irdeleyip, akıllarınca ceza kesmekte veya ödül vermektedirler. Fakat tüm bunlara rağmen, bizler hala bu konuları irdeleyip konuşmamakta ısrar ediyoruz. Belki de doğrusuyla yanlışıyla tarihimizi kabul ederek, bundan sonra o hatalara düşmemek için elimizden geleni yapmalıyız. Hiçbir milletle sorunu olmayan milletimizin, dış mihrakların kışkırtmalarıyla maruz kaldığı asılsız suçlamalara, kanımca en büyük cevap bu olacaktır. Bu filmi izlemek ise tüm bunlara atılacak ilk adım olabilir. Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları”, bu konuda köşe taşı olabilecek bir film olmuş. Ayrıca yönetmenin, o günün izlenimlerini tarafsız bir şekilde aktarmış olması da filmi, emsallerinden birkaç adım daha öne geçirmiş. 



                
   - BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   

28 Aralık 2011 Çarşamba

Willkommen In Deutschland

Son zamanlarda tekrar gündeme gelen Almanya’ya işçi olarak gitmek, insanların geçmişi irdelemesine ve bu konu hakkında tekrar düşünmesine sebep oldu. Farklı din ve kültüre sahip başka bir ülkede çalışmak, çalışmaktan öte yaşamak fikri, her ne kadar oradaki olanaklar düşünüldüğünde kulağa hoş gelse de, buz gibi bir yalnızlık hissi ister istemez kişiyi buluveriyor.  Şu günlerde Almanya’nın tekrar yabancı iş gücü çağırması üzerine, 4 Kasım’da vizyona giren “Willkommen In Deutschland” (Almanya’ya Hoşgeldin) filmi, insanlara bu çağrı hakkında fikir sahibi olabilmeleri adına çok önemli ipuçları veriyor.
Filmde, 1960’larda Almanya’nın yaptığı işçi çağrısı üzerine Almanya’ya giden bir milyon birinci işçi olan Hüseyin’in hayatı konu alınmaktadır. Anadolu’da bir köyde yaşayan ve yeni evlenen, bunun yanı sıra ailesini geçindirmekte de zorlanan Hüseyin, köy kahvesinde Almanya’ya işçi olarak gidebileceğini duyar ve Almanya’ya gitmeye karar verir. Ailesini memleketinde bırakıp Almanya’ya giden Hüseyin, orada canla başla çalışıp ailesini rahat ettirecek kadar para yollamaya başlar. Fakat her şey ilk iznine geldiğinde değişecektir. Büyük oğlu Veli’nin okulda devamsızlığı olduğunu öğrenen ve Veli’nin öğretmeni tarafından kötü baba olmakla itham edilen Hüseyin, bunu hazmedemeyip ailesini de Almanya’ya götürmeye karar verir. Hüseyin’in eşi Fatma bu olaya şiddetle karşı çıkarken, Hüseyin onları götürmekte kararlıdır. Memleketini, yuvasını bırakmak istemeyen Fatma, istemeye istemeye de olsa Almanya’ya gider.
Buraya kadar her şey güzel. Fakat film, Hüseyin’in ailesinin iki kuşak sonrasını gösterdiğinde, kaybetmememiz gereken ve asla kaybetmeyeceğimizi düşündüğümüz değerlerimizi nasıl da kolay kaybettiğimizi acı bir biçimde görürüz. Kırk yıl sonra Hüseyin’in sahip olduğu tek şey artık kendisidir. O memleketini bırakmak istemeyen eşi Fatma’nın yerinde, Alman vatandaşlığına geçebilmek için domuz eti bile yiyebilecek kadar benliğini kaybetmiş Fatma, arkadaşlarını ve köyünü bırakmak istemeyen oğulları Veli’nin ve Muhammed’in yerinde, artık kavgalarını bile Almanca eden, ailesinden yeni yıl kutlaması için çam ağacı süslemelerini ve hediyeler almalarını istedikleri Veli ve Muhammed vardır. Daha kötüsü ise, Hüseyin'in torunu Canan'ın, bir İngiliz'den gayrimeşru bir çocuğu olacaktır.  Tüm bunların yanı sıra, Hüseyin’in en küçük, Türkçe bile konuşamayan oğlu Ali’nin, Alman bir eşten olan oğlu Cenk’in, Türk’mü Alman’mı olduğunu sorgular olmuştur.
Filmin konusuna geri dönecek olursak; kırk yıl sonra köyünden toprak alan Hüseyin, bir gün ailecek yemek yerken, herkesin eksiksiz olarak onunla birlikte Türkiye’ye gelmelerini ister. Fakat küçük torunu Cenk hariç aileden hiç kimse bu durumdan memnun olmaz ve zorla da olsa Hüseyin’le birlikte Türkiye’ye giderler. Fakat Türkiye’ye uçakla gittikten sonra yollarına karayoluyla devam edecek olan Hüseyin, yolda kalp krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar. Gerisinde, Türkiye’de kalmak istemeyen koca bir aile bırakmıştır.
Son günlerde iş gücü bakımından büyük sıkıntılar yaşayan, 1960’larda işçi olarak aldıkları insanlardan sonra; “… tekrar işçi çağıracak olsak sadece Türkleri alırız…” diyen Almanya, bugün yine işçi olarak çalışacak insan gücü aramakta. Eğer hala bu seçeneği düşünenler  varsa, şu soruyu soruyoruz; “İnsanın parayla ifade edilemeyen değerleri olmamalı mı?”
 
- BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   
 

The Killer Elite

Son zamanlarda içerik ve konsept bakımından bir değişim sürecine giren sinema endüstrisinde, bazı türler can çekişmeye başladı. Seyircinin artık abartılı hikâyeler ve sahnelerden ziyade, daha gerçekçi, daha oturaklı ve daha orijinal konusu olan filmlere rağbet göstermesi ise bu değişimin sebeplerinin başında geliyor. Bu türlerden birisi olan ve son zamanlarda sayısı gittikçe azalan aksiyon filmleri arasına bir yenisi daha eklendi. Fakat son zamanlardaki aksiyon filmlerinin, sayısıyla birlikte kalitelerinin de azaldığı su götürmez bir gerçek.
Robert De Niro gibi bir ustanın yanında Jason Statham ve Clive Owen ikilisinin başrollerini paylaştığı, yönetmenliğini Gary Mckendry’nin üstlendiği “The Killer Elite” filmi 23 Eylül’de ülkemizde vizyona girdi. Oyuncu kadrosuna bakıldığında bir aksiyon filmi adına her şeyin tam olduğunu düşündürüyor. Ayrıca gerçek bir hikâyenin konu edinilmesi de, filmden beklentileri bir hayli arttırıyor. Fakat Paranormal Activity3 filminin ilk haftasında 52,568,183$ hasılat yaptığı şu günlerde, The Killer Elite filminin ilk haftasında 9,300,000$ hasılat yapması da filmin, beklentilerin çok altında kaldığının bir ispatı olsa gerek. (Kahrolsun kapitalizm.) Peki oyuncu kadrosu ve bütçesi bu kadar güçlü olan bir film neden böylesine bir sonuç aldı? Sanırım bunda en büyük pay sahibi, daha önceden sadece “Everything In This Country Must” adlı kısa filmin yönetmenliğini yapmış olan Gary Mckendry. Yönetmen, ilk uzun metrajlı filmi olan The Killer Elite’de tabiri caizse acemiliğinin kurbanı olmuş. Ayrıca gerçek bir hikâyeden uyarlanan filme, yönetmenin kendi karakterini yansıtamaması ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber olmuş.
Filmin konusundan bahsedecek olursak, eski bir İngiliz Gizli Servisi ajanı olan ve emekliye ayrılan Danny (Jason Statham), kendisini yetiştiren Hunter (Robert De Niro) zor durumda kalınca, eski hayatına geri dönmek zorunda kalmıştır. Hunter’ı içinde bulunduğu durumdan çıkarabilecek tek kişi olan Danny, bu son işinde bir ayrıntıyı gözden kaçırır. Bu sefer, karşısında en az kendisi kadar yetenekli, eski bir ajan olan Spike (Clive Owen) vardır. Danny bu işin peşindeyken sevgilisi Anne (Yvonne Strahovski)’in hayatının tehlikeye girmesi ise zaten durumu yeterince zor olan Danny’in işini daha da zorlaştırmaktadır.
Yüzbeş dakikalık filmde, seyircinin sürekli filmin patlama vaktinin gelmesini beklemesi ve bu vaktin bir türlü gelmeyip, üstüne de filmin klasik mutlu sonla bitmesi seyircinin tatmin olmaması için yeterli sebepler. Ayrıca, özellikle önceki filmlerindeki başarılı aksiyon sahneleriyle hatırlanan Jason Statham’ın, potansiyel performansının bir hayli altında kalması da filmin beğenilmemesinin diğer bir sebebi. Yönetmen Gary Mckendry’nin bu denli kaliteli bir kadroyla çalışıp, bu kadroyu hak ettiği şekilde değerlendirememesinin üstüne, sinemaseverlerin “aksiyon film yönetmeni artık yetişmiyor mu?” sorusunu sormaması işten değil. Umarım bundan sonraki filmlerinde yönetmen Gary Mckendry, kendi üslubunu ve sinema karakterini oluşturarak başarılı yönetmenler arasına ismini yazdırabilir.
Filmi birinci kez izlemek keyfi, ikinci kez izlemek vakit kaybı olur. İzlemeyi düşünen sinemaseverlerin, bu filmi izlemek yerine daha önceden izleyip de beğendikleri başka bir aksiyon filmini izlemelerinin daha keyifli olacağını düşünmekteyim. 

- BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   

3 Ekim 2011 Pazartesi

The Conspirator


Yapımını ve yönetmenliğini, Robert Redford’un üstlendiği, senaryosunu James D. Solomon ve Gregory Bernstein’ın yazdığı ‘The Conspirator’ (Suikastçi) filmi 19 Ağustos’ta ülkemizde gösterime girdi.
 
Başrollerini James McAvoy ve Robin Wright Penn’in paylaştığı, yan rollerdeki oyuncuların da başrollerin gölgesinde kalmadığı, kurgu ve hikayesinden dolayı, sahnelerin genellikle mahkeme salonları ve hücreler gibi kasvetli mekanlarda geçmesine rağmen akıcılığından hiçbir şey kaybetmeyen film, Chicago Uluslar arası Film Festivali’nde, Akademi Onur Ödülü’ne aday gösterildi. Her oyuncunun performanslarının göz doldurduğu filmde asıl dikkat çeken noktalardan birisi de, bugüne dek onlarca filmde rol alan 74 yaşındaki yönetmen Robert Redford’un, asıl mesleğinin yönetmenlik olmamasına ve ilerlemiş yaşına rağmen, tecrübeden midir yoksa içindeki yönetmenlik kabiliyetinden midir bilinmez, böylesine ağır bir filmi bu denli güzel yönetebilmesiydi.

Filmin ana konusu, 1865 yılında bir suikasta kurban giden Amerika’nın efsane başkanı Abraham Lincoln cinayeti ve sonrasında gerçekleşen, suçluların adalet (!) karşısında yargılanmasıdır. Ana konunun dışında film, insanı “İnsanlık nedir, insan kimdir ve kimler insandır?” sorularını sormaya yöneltiyor.

Filmde, Abraham Lincoln cinayetini işleyen suçlu John Wilkes Booth, Mary Surratt adındaki kadının oğluyla arkadaştır ve cinayetten önce yaklaşık üç ay Mary Surratt’ın pansiyonunda konaklamıştır. Bu süre zarfında ise birisi de Mary Surratt’ın oğlu olan arkadaşları ile beraber Lincoln cinayetini planlamış ve uygulamıştır. Cinayet planlarını yaptıkları toplantıları ise bayan Surratt’ın pansiyonundaki odalarda düzenlemişlerdir. Cinayetten hemen sonra Booth’un suç ortaklarından Mary Surratt’ın oğlu hariç hepsi yakalanmış, Booth ise bir ahırda ölü ele geçirilmiştir. Bununla yetinmeyen Kuzey Amerika hükümeti, Güney ile henüz savaştan çıkılmış olması ve cinayeti de bir güneylinin işlemiş olması nedeniyle intikam isteyen halka fazlasını vermek istemektedir. Nitekim bunu da, devletlerinin anayasasına aykırı olsa bile yapacaklarını, yakalanamayan John Surratt’ın annesi Mary Surratt’ı askeri mahkemede yargılayıp, lehine konuşacak her tanığı aleyhine ifade vermeleri için zorlayıp, idama çarptırarak göstermişlerdir. Fakat o sırada bir senatör tarafından Mary Surratt’ın savunmasını üstlenmeye zorlanan, dört senedir orduda yüzbaşı rütbesiyle başarıyla savaşan ve henüz hukuk bölümünden mezun olmuş Frederick Aiken sahneye çıkar. İlk başlarda müvekkilinin suçlu olduğuna inanmasına rağmen, senatör tarafından zorlandığı için davayı kabul eden Aiken, daha sonra dava ilerledikçe müvekkilinin suçsuz olma ihtimalinin olduğunu görür. Daha sonra ise kendisinin de diğerleri gibi daha önceden yargısız infaz yaptığı müvekkili Mary Surratt’ı savunmak için varını yoğunu ortaya koyar fakat attığı her adım askeri mahkeme ve anayasaya sözde sadakatle bağlı devlet yöneticileri tarafından geri çevrilmektedir.

Avukat Aiken’ın sahneye çıktığı andan itibaren film, izleyiciyi “insalık ve insan” üzerine düşünmeye sevk ediyor. İnsanlık, bir insanı daha fazla sayıda başka insanlar için, suçsuz olduğunu bilerek yada daha suçluluğunu ispatlayamadan darağacına mı götürmektir yoksa binlerce insan o insanın suçlu olduğuna inansa bile, onu hak ettiği şekilde yargılayıp, hak ettiği cezayı mı vermektir? İlkini yapan veya yapabilenlerin insandan başka her şey olabileceği açıkken, buna göz yumanlar kendilerine insan denmesini hak eder mi? Yoksa doğruluktan yana olan, yanlışlık varsa da ona göz yummayanlara insan denir de, bu dünyada insan olanlara mı yer yoktur? Her şeyden önce, çok eski bir tarihe sahip olmayan ve buna rağmen binlerce senelik geçmişe sahip olan milletlerin yanında kendi tarihlerine ‘medeniyet’ yaftasını yapıştırabilecek kadar yüzsüz olan bir milletten ‘insanlık’ beklemek bizim suçumuz mu?
Son zamanlarda ülkemizde de gündeme gelen sivil anayasa hakkında daha sağlıklı bir fikre sahip olmak için izlenilebilecek bir film olan “The Conspirator”, bu konuda bize geçmişte yaşanan bir olaydan ders çıkarmamızı sağlayabilir. Umarım, insanlık adına insanlık dışı davranışlarda bulunan ve kendilerine hâla yüzleri bile kızarmadan insan diyebilenlerden olmayız.