28 Aralık 2011 Çarşamba

Willkommen In Deutschland

Son zamanlarda tekrar gündeme gelen Almanya’ya işçi olarak gitmek, insanların geçmişi irdelemesine ve bu konu hakkında tekrar düşünmesine sebep oldu. Farklı din ve kültüre sahip başka bir ülkede çalışmak, çalışmaktan öte yaşamak fikri, her ne kadar oradaki olanaklar düşünüldüğünde kulağa hoş gelse de, buz gibi bir yalnızlık hissi ister istemez kişiyi buluveriyor.  Şu günlerde Almanya’nın tekrar yabancı iş gücü çağırması üzerine, 4 Kasım’da vizyona giren “Willkommen In Deutschland” (Almanya’ya Hoşgeldin) filmi, insanlara bu çağrı hakkında fikir sahibi olabilmeleri adına çok önemli ipuçları veriyor.
Filmde, 1960’larda Almanya’nın yaptığı işçi çağrısı üzerine Almanya’ya giden bir milyon birinci işçi olan Hüseyin’in hayatı konu alınmaktadır. Anadolu’da bir köyde yaşayan ve yeni evlenen, bunun yanı sıra ailesini geçindirmekte de zorlanan Hüseyin, köy kahvesinde Almanya’ya işçi olarak gidebileceğini duyar ve Almanya’ya gitmeye karar verir. Ailesini memleketinde bırakıp Almanya’ya giden Hüseyin, orada canla başla çalışıp ailesini rahat ettirecek kadar para yollamaya başlar. Fakat her şey ilk iznine geldiğinde değişecektir. Büyük oğlu Veli’nin okulda devamsızlığı olduğunu öğrenen ve Veli’nin öğretmeni tarafından kötü baba olmakla itham edilen Hüseyin, bunu hazmedemeyip ailesini de Almanya’ya götürmeye karar verir. Hüseyin’in eşi Fatma bu olaya şiddetle karşı çıkarken, Hüseyin onları götürmekte kararlıdır. Memleketini, yuvasını bırakmak istemeyen Fatma, istemeye istemeye de olsa Almanya’ya gider.
Buraya kadar her şey güzel. Fakat film, Hüseyin’in ailesinin iki kuşak sonrasını gösterdiğinde, kaybetmememiz gereken ve asla kaybetmeyeceğimizi düşündüğümüz değerlerimizi nasıl da kolay kaybettiğimizi acı bir biçimde görürüz. Kırk yıl sonra Hüseyin’in sahip olduğu tek şey artık kendisidir. O memleketini bırakmak istemeyen eşi Fatma’nın yerinde, Alman vatandaşlığına geçebilmek için domuz eti bile yiyebilecek kadar benliğini kaybetmiş Fatma, arkadaşlarını ve köyünü bırakmak istemeyen oğulları Veli’nin ve Muhammed’in yerinde, artık kavgalarını bile Almanca eden, ailesinden yeni yıl kutlaması için çam ağacı süslemelerini ve hediyeler almalarını istedikleri Veli ve Muhammed vardır. Daha kötüsü ise, Hüseyin'in torunu Canan'ın, bir İngiliz'den gayrimeşru bir çocuğu olacaktır.  Tüm bunların yanı sıra, Hüseyin’in en küçük, Türkçe bile konuşamayan oğlu Ali’nin, Alman bir eşten olan oğlu Cenk’in, Türk’mü Alman’mı olduğunu sorgular olmuştur.
Filmin konusuna geri dönecek olursak; kırk yıl sonra köyünden toprak alan Hüseyin, bir gün ailecek yemek yerken, herkesin eksiksiz olarak onunla birlikte Türkiye’ye gelmelerini ister. Fakat küçük torunu Cenk hariç aileden hiç kimse bu durumdan memnun olmaz ve zorla da olsa Hüseyin’le birlikte Türkiye’ye giderler. Fakat Türkiye’ye uçakla gittikten sonra yollarına karayoluyla devam edecek olan Hüseyin, yolda kalp krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar. Gerisinde, Türkiye’de kalmak istemeyen koca bir aile bırakmıştır.
Son günlerde iş gücü bakımından büyük sıkıntılar yaşayan, 1960’larda işçi olarak aldıkları insanlardan sonra; “… tekrar işçi çağıracak olsak sadece Türkleri alırız…” diyen Almanya, bugün yine işçi olarak çalışacak insan gücü aramakta. Eğer hala bu seçeneği düşünenler  varsa, şu soruyu soruyoruz; “İnsanın parayla ifade edilemeyen değerleri olmamalı mı?”
 
- BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   
 

The Killer Elite

Son zamanlarda içerik ve konsept bakımından bir değişim sürecine giren sinema endüstrisinde, bazı türler can çekişmeye başladı. Seyircinin artık abartılı hikâyeler ve sahnelerden ziyade, daha gerçekçi, daha oturaklı ve daha orijinal konusu olan filmlere rağbet göstermesi ise bu değişimin sebeplerinin başında geliyor. Bu türlerden birisi olan ve son zamanlarda sayısı gittikçe azalan aksiyon filmleri arasına bir yenisi daha eklendi. Fakat son zamanlardaki aksiyon filmlerinin, sayısıyla birlikte kalitelerinin de azaldığı su götürmez bir gerçek.
Robert De Niro gibi bir ustanın yanında Jason Statham ve Clive Owen ikilisinin başrollerini paylaştığı, yönetmenliğini Gary Mckendry’nin üstlendiği “The Killer Elite” filmi 23 Eylül’de ülkemizde vizyona girdi. Oyuncu kadrosuna bakıldığında bir aksiyon filmi adına her şeyin tam olduğunu düşündürüyor. Ayrıca gerçek bir hikâyenin konu edinilmesi de, filmden beklentileri bir hayli arttırıyor. Fakat Paranormal Activity3 filminin ilk haftasında 52,568,183$ hasılat yaptığı şu günlerde, The Killer Elite filminin ilk haftasında 9,300,000$ hasılat yapması da filmin, beklentilerin çok altında kaldığının bir ispatı olsa gerek. (Kahrolsun kapitalizm.) Peki oyuncu kadrosu ve bütçesi bu kadar güçlü olan bir film neden böylesine bir sonuç aldı? Sanırım bunda en büyük pay sahibi, daha önceden sadece “Everything In This Country Must” adlı kısa filmin yönetmenliğini yapmış olan Gary Mckendry. Yönetmen, ilk uzun metrajlı filmi olan The Killer Elite’de tabiri caizse acemiliğinin kurbanı olmuş. Ayrıca gerçek bir hikâyeden uyarlanan filme, yönetmenin kendi karakterini yansıtamaması ise tüm bu olumsuzlukların üstüne tuz biber olmuş.
Filmin konusundan bahsedecek olursak, eski bir İngiliz Gizli Servisi ajanı olan ve emekliye ayrılan Danny (Jason Statham), kendisini yetiştiren Hunter (Robert De Niro) zor durumda kalınca, eski hayatına geri dönmek zorunda kalmıştır. Hunter’ı içinde bulunduğu durumdan çıkarabilecek tek kişi olan Danny, bu son işinde bir ayrıntıyı gözden kaçırır. Bu sefer, karşısında en az kendisi kadar yetenekli, eski bir ajan olan Spike (Clive Owen) vardır. Danny bu işin peşindeyken sevgilisi Anne (Yvonne Strahovski)’in hayatının tehlikeye girmesi ise zaten durumu yeterince zor olan Danny’in işini daha da zorlaştırmaktadır.
Yüzbeş dakikalık filmde, seyircinin sürekli filmin patlama vaktinin gelmesini beklemesi ve bu vaktin bir türlü gelmeyip, üstüne de filmin klasik mutlu sonla bitmesi seyircinin tatmin olmaması için yeterli sebepler. Ayrıca, özellikle önceki filmlerindeki başarılı aksiyon sahneleriyle hatırlanan Jason Statham’ın, potansiyel performansının bir hayli altında kalması da filmin beğenilmemesinin diğer bir sebebi. Yönetmen Gary Mckendry’nin bu denli kaliteli bir kadroyla çalışıp, bu kadroyu hak ettiği şekilde değerlendirememesinin üstüne, sinemaseverlerin “aksiyon film yönetmeni artık yetişmiyor mu?” sorusunu sormaması işten değil. Umarım bundan sonraki filmlerinde yönetmen Gary Mckendry, kendi üslubunu ve sinema karakterini oluşturarak başarılı yönetmenler arasına ismini yazdırabilir.
Filmi birinci kez izlemek keyfi, ikinci kez izlemek vakit kaybı olur. İzlemeyi düşünen sinemaseverlerin, bu filmi izlemek yerine daha önceden izleyip de beğendikleri başka bir aksiyon filmini izlemelerinin daha keyifli olacağını düşünmekteyim. 

- BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -