Ölüm; birçoğumuzun bu kelimeyi duyduğu anda ilk aklına gelen
korkudur. Bazılarımızın ise daha sonra üzüntü, keder, kaybetmişlik, yalnızlık
ve bunun gibi daha nice olumsuz duygularla büründüğünü görürüz. Üzerine
düşünmekten bile çekindiğimiz, lafını ağzımıza almaya bile korktuğumuz, hele
sonrasını ömrümüz boyunca sadece birkaç kere düşündüğümüz ve bunu düşündüğümüzü
fark ettiğimiz anda kendimizi hemen o düşüncelerden alıp aklımızca daha güzel
şeyleri düşünmeye yönelttiğimiz o bilinmezlik kavramıdır ölüm. Fakat burada
düşünmeyi ihmal edecek kadar önemsiz gördüğümüz bir ayrıntıyı atlarız. “…Aydınlık bir dünya; yüksek dağlarla dolu,
büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel
bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü olan ve alevli bir
güneşi olan bir dünya… Anne karnında karanlıktaki bebeğe, tüm bunlar
söylenseydi ve ‘sen bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş
oturuyorsun’ denseydi, doğmamış çocuk bu mucizeler hakkında hiçbir şey
bilmediği için hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi…”diyor
Bab’ Aziz, bu sözün üzerine biraz düşünüldüğünde ne kadar da haklı olduğunu
görüyoruz.
Bugüne kadar milyonlarca film çekildi, milyonlarca insan bu
filmlerde oynadı. Fakat hiçbir filmde, bu konu ne ele alındı, ne de bu
pencereden bakıldığı gibi bakıldı; Nacer Khemir’in penceresinden. Yapımı 2005
yılında sonlanan ve 2008 yılına kadar dünyanın çeşitli yerlerinde vizyona
giren, tüm dünya çapında sade ve sadece 263,447 $ gibi bir hasılat geliri elde
eden, belki masrafını bile karşılayamamış olan “Bab’ Aziz” filmi, bu konuyu öyle güzel ele almış, öyle güzel
anlatmış ki, insana varlığının amacını hissettirip, dünyada bulunma sebebi
üzerine tekrar düşündürüyor. Yapımcıları Ali Reza Shoja-nuri ve Cyriac Auriol’un
filmden beklentisi maddi bir gelir midir, amacına ulaşması mıdır ya da her
ikisi midir bilinmez fakat filmin kesinlikle amacına ulaştığını rahatlıkla
söylemek mümkün.
Bir derviş olan Bab’ Aziz ve torunu Ishtar’ın hikâyesini ele
alan filmde konu, 30 yılda bir çölde hiç kimsenin bilmediği bir yerde yapılan
ve dünyanın her yerindeki dervişlerin akın akın gittiği bir derviş toplantısı
etrafında şekilleniyor. Bu toplantıya giden Bab’ Aziz ve torunu Ishtar’ın yolda
karşılaştıkları, dedenin toruna öğütleri, aslında tüm insanlığa yapılan
göndermelerdir. Nitekim koca bir çölün ortasında, yerini bilmediğin bir
toplantıya gitmek gerçekten çok anlamsız geliyor izleyene ilk başta, ta ki Bab’
Aziz’in “İman sahibi asla kaybolmaz benim
küçük meleğim.” nasihatini duyana kadar. Bu sözün üzerine de düşünmek,
insanlığımızın gereğidir kanımca. İnanç sahibi olmanın manasını idrak edebilen
herkes, mutlaka amacına ulaşacaktır.
Filme dönecek olursak; oyuncu kadrosu pek bilinmiyor. En azından
ülkemizde tanınmıyor. Fakat öylesine başarılı bir performans sergilemiş ki
oyuncular, izleyenlerin, oyuncuların oynadığı karakterlerinin ta kendisi
olmamalarını düşünmeleri neredeyse imkânsız. Filmin başında bir prensin günlük
hayatı gösterilirken, filmin sonunda ise; her ne olursa olsun yaşamını anlamlı
kılan şey nedir, ne ile mutluluğa, huzura ulaşılabilir gibi kadim soruların
cevabı veriliyor.
Bu film, tüm izleyen insanları en azından kendi içinde de
olsa bir hesaplaşmaya götürecektir ve bu durumda ‘uyanışa’ vesile olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder