13 Mayıs 2012 Pazar

Bab'Azİz

Ölüm; birçoğumuzun bu kelimeyi duyduğu anda ilk aklına gelen korkudur. Bazılarımızın ise daha sonra üzüntü, keder, kaybetmişlik, yalnızlık ve bunun gibi daha nice olumsuz duygularla büründüğünü görürüz. Üzerine düşünmekten bile çekindiğimiz, lafını ağzımıza almaya bile korktuğumuz, hele sonrasını ömrümüz boyunca sadece birkaç kere düşündüğümüz ve bunu düşündüğümüzü fark ettiğimiz anda kendimizi hemen o düşüncelerden alıp aklımızca daha güzel şeyleri düşünmeye yönelttiğimiz o bilinmezlik kavramıdır ölüm. Fakat burada düşünmeyi ihmal edecek kadar önemsiz gördüğümüz bir ayrıntıyı atlarız. “…Aydınlık bir dünya; yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü olan ve alevli bir güneşi olan bir dünya… Anne karnında karanlıktaki bebeğe, tüm bunlar söylenseydi ve ‘sen bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun’ denseydi, doğmamış çocuk bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi…”diyor Bab’ Aziz, bu sözün üzerine biraz düşünüldüğünde ne kadar da haklı olduğunu görüyoruz.
 
Bugüne kadar milyonlarca film çekildi, milyonlarca insan bu filmlerde oynadı. Fakat hiçbir filmde, bu konu ne ele alındı, ne de bu pencereden bakıldığı gibi bakıldı; Nacer Khemir’in penceresinden. Yapımı 2005 yılında sonlanan ve 2008 yılına kadar dünyanın çeşitli yerlerinde vizyona giren, tüm dünya çapında sade ve sadece 263,447 $ gibi bir hasılat geliri elde eden, belki masrafını bile karşılayamamış olan “Bab’ Aziz” filmi, bu konuyu öyle güzel ele almış, öyle güzel anlatmış ki, insana varlığının amacını hissettirip, dünyada bulunma sebebi üzerine tekrar düşündürüyor. Yapımcıları Ali Reza Shoja-nuri ve Cyriac Auriol’un filmden beklentisi maddi bir gelir midir, amacına ulaşması mıdır ya da her ikisi midir bilinmez fakat filmin kesinlikle amacına ulaştığını rahatlıkla söylemek mümkün. 
 
Bir derviş olan Bab’ Aziz ve torunu Ishtar’ın hikâyesini ele alan filmde konu, 30 yılda bir çölde hiç kimsenin bilmediği bir yerde yapılan ve dünyanın her yerindeki dervişlerin akın akın gittiği bir derviş toplantısı etrafında şekilleniyor. Bu toplantıya giden Bab’ Aziz ve torunu Ishtar’ın yolda karşılaştıkları, dedenin toruna öğütleri, aslında tüm insanlığa yapılan göndermelerdir. Nitekim koca bir çölün ortasında, yerini bilmediğin bir toplantıya gitmek gerçekten çok anlamsız geliyor izleyene ilk başta, ta ki Bab’ Aziz’in “İman sahibi asla kaybolmaz benim küçük meleğim.” nasihatini duyana kadar. Bu sözün üzerine de düşünmek, insanlığımızın gereğidir kanımca. İnanç sahibi olmanın manasını idrak edebilen herkes, mutlaka amacına ulaşacaktır.
 
Filme dönecek olursak; oyuncu kadrosu pek bilinmiyor. En azından ülkemizde tanınmıyor. Fakat öylesine başarılı bir performans sergilemiş ki oyuncular, izleyenlerin, oyuncuların oynadığı karakterlerinin ta kendisi olmamalarını düşünmeleri neredeyse imkânsız. Filmin başında bir prensin günlük hayatı gösterilirken, filmin sonunda ise; her ne olursa olsun yaşamını anlamlı kılan şey nedir, ne ile mutluluğa, huzura ulaşılabilir gibi kadim soruların cevabı veriliyor. 
 
Bu film, tüm izleyen insanları en azından kendi içinde de olsa bir hesaplaşmaya götürecektir ve bu durumda ‘uyanışa’ vesile olabilir.



                
   - BU YAZI DAHA ÖNCE www.edebifikir.com ADLI SİTEDE YAYINLANMIŞTIR -   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder